Tomorrow

Haftanın Filmi: The Holdovers

Haftanın Filmi: The Holdovers

Evet, ‘Daha yeni mi izledin?’ diyebilirsiniz ama dürüst olayım, bu filmin duygusal yüküne hazır olmayı bekledim ve izlemeyi sürekli erteledim. Sonunda izleyince, hissettiğim şey şu oldu: Bu kadar tanıdık bir sıcaklığı uzun zamandır hissetmemiştim. O klasik öğretmen-öğrenci ilişkisi, belki defalarca farklı filmlerde izlediğimiz bir tema ama The Holdovers, bunu öyle güzel ve içten anlatıyor ki, sanki 2010’larda ailemle oturup bir film izliyormuşum gibi hissettim. O günlerin, o filmlerin samimiyeti var bu yapımda.

Filmin en güçlü yanı, atmosferi. 1970’lerin kasvetli kış havası, soğuk ama bir o kadar da nostaljik renk paleti, karlı yollar, eski duvar kâğıtları… Daha ilk sahneden itibaren sizi içine çekiyor. Kamera hareketleri, ağır ağır ilerleyen sekanslar, karakterlere tanıdık bir mesafe koyuyor ama sonra yavaş yavaş sizi içlerine çekiyor. Yönetmen Alexander Payne, seyirciyi hikâyenin içine almak konusunda gerçekten usta.

Ve karakterler… Paul Giamatti’nin canlandırdığı huysuz, inatçı ama içten içe kırılmış öğretmen Paul Hunham, her şeyin farkında olan ama yine de umursamıyormuş gibi davranan o tanıdık yetişkinlerden biri. Dominic Sessa’nın hayat verdiği Angus, biraz kaybolmuş, biraz öfkeli ama sevilmeye en çok ihtiyacı olan o çocuk. Ve tabii ki Da’Vine Joy Randolph’un mükemmel performansı ile film boyunca sizi hem güldüren hem de boğazınıza bir yumru oturtan Mary. Üç karakter de bir noktada birbirlerinin hayatlarına farkında olmadan dokunuyorlar. Film boyunca onların yalnızlıklarını izlerken, kendinizin de o yalnızlığa eşlik ettiğini hissediyorsunuz.

Filmin en sevdiğim yanlarından biri, hızlı akan, çarpıcı bir drama olmaması. Her şey, kendi temposunda, sakin sakin ilerliyor ama bir noktada fark ediyorsunuz ki, karakterlerin yaşadığı her an sizin için de anlam kazanmaya başlıyor. Çünkü aslında hepimiz bir noktada ‘holdover’ değil miyiz? Kendi geçmişimize, alışkanlıklarımıza, çevremizdeki insanlara, bazen de sadece olması gerektiği için olan şeylere tutunuyoruz.

Ve işte bu yüzden The Holdovers, sadece bir film değil, izleyip de bir köşeye bırakamayacağınız, üzerinize sinen bir his gibi. Film bittiğinde, o boş sınıfta ya da karlı bir sokakta karakterlerle birlikte yürüyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Alexander Payne yine yaptı yapacağını, çok büyük şeyler anlatmadan, çok büyük hisler yaratıyor.

Uzun lafın kısası, bu filmi hâlâ izlemeyenler için şunu söyleyebilirim: Duygusal olarak hazır olduğunuzda izleyin. Çünkü film bittiğinde, içinizde garip bir sıcaklık ve hafif bir hüzünle kalacaksınız.

Haftaya görüşmek üzere…

Melis Özyurt

Bu yazıyı paylaş: