Son yıllarda dijital içerik üretimi, öyle ya da böyle, bambaşka bir boyuta taşındı. Artık cep telefonuyla çekilen video da var, sinema kalitesinde yapay zekâ destekli kısa filmler de. Ama asıl dikkat çekici olan şey; içerik üretimindeki dönüşümün hızla bir norm hâline gelmesi. Geçmişte "içerik üreticisi" denince akla gelen bireysel çaba, özgün fikir ve üretim süreci artık yerini yapay zekâ araçlarına bıraktı. Görseller, metinler, videolar, hatta sosyal medya etkileşimleri bile otomatikleşti.
Erişim kolaylaştı, araçlar çoğaldı. Ama bir soruyu kendimize sormadan edemiyoruz:
Biz bu teknolojiyi nasıl kullanıyoruz?
Dünyada insanlar yapay zekâyı işitsel sinemaya, duygusal hikâye anlatıcılığına, sosyal meseleleri dijital karakterler üzerinden tartışmaya açarken, bizim yerli üreticiler bu pastanın neresindeler? Açık konuşalım: biz hâlâ işin “alaycı” tarafındayız. Teknolojiyi ciddiye almıyoruz. Bu da doğrudan ürettiklerimizin kalitesine yansıyor.
Yapay zekâ ile film çeken, senaryo yazan, interaktif hikâyeler kuran insanlar varken bizim üretim motivasyonumuz ne oldu? Dürüst olmak gerekirse, sosyal medyada yapay zekâ tarafından oluşturulmuş videolarda sık sık karşımıza çıkan şey şu: bir yapay zekâ karakterine rastgele küfür ettirilmiş, üzerine “komik” olduğu düşünülerek montajlanmış bir sahne. Bu videolar milyonlar izleniyor. “Abi çok iyi ya” yorumları havada uçuşuyor.
Peki, neden?
Neden elimizde bu kadar güçlü bir araç varken, onu en basit ve belki de en yüzeysel biçimiyle kullanıyoruz? Toplum olarak küfrü, argoyu ve hafif “sallamayı” komik buluyoruz. Bu, belki de bastırılmış duygularımızın dışavurumu, belki mizahın dilimize en kolay gelen hali. Ama burada sorgulanması gereken şey şu: Peki bu durum bizim kültürel mizah anlayışımızın sınırlarını mı gösteriyor, yoksa eleştiri mekanizmamızın tembelleştiğini mi? Aslında ikisi de.
Bir yandan, küfürün ya da argonun “kolay güldürme garantisi” taşıdığı inancı, mizah üretiminin hâlâ yüzeyde kaldığını gösteriyor. Bu, sadece dijital içerik üreticilerinin değil, genel kültürel kodlarımızın bir yansıması. Zekâya dayalı ironi, metaforla yapılan hiciv ya da sistem eleştirisi gibi derin mizah biçimleri, maalesef artık yaygın değil. Çünkü ne bu tarz içeriklerin çoğalabileceği mecralar teşvik ediliyor, ne de izleyicide bu tarz mizahı anlama sabrı geliştiriliyor. Bu, kültürel bir tıkanıklık. Diğer yandan, eleştiri mekanizmamız da giderek yüzeyselleşiyor. Eskiden mizah bir direniş biçimiydi; baskıyı, çelişkiyi, ikiyüzlülüğü ifşa ederdi. Şimdi ise çoğu zaman sadece dikkat çekme ve etkileşim alma aracına indirgenmiş durumda. Bir videoda yapay zekâya küfür ettirip sonra da “toplumun halini gösteriyoruz” diyerek alt metin aramak, çoğu zaman sadece kolaya kaçmak oluyor. Yani eleştiri artık eleştiri olmaktan çıkıyor, bir bahaneye dönüşüyor.
Yapay zekâyı sadece "komiklik" ya da "şaşırtıcılık" için kullanmak, onun sunduğu yaratıcı ve kültürel potansiyeli görmezden gelmek demek. Oysa dünyada dijital sanatçılar bu araçları, insan haklarından iklim krizlerine kadar pek çok toplumsal meseleyi görünür kılmak için kullanıyor. Karakterler üzerinden duygusal bağ kurduran, seyirciyi düşündüren, hatta aksiyona geçiren işler üretiliyor. Biz ise hâlâ “Yapay zekâyı dayı gibi konuşturduk, izleyin çok güleceksiniz” evresinde tıkandık. Eğitim sisteminden başlayarak teknolojiye bakışımız hâlâ tüketim odaklı. Oysa içerik üretimi, özellikle de yapay zekâ ile içerik üretimi artık sadece bir yaratıcı alan değil, aynı zamanda bir ifade biçimi, bir kültür aktarım yolu. Kendi kültürümüzü, dilimizi, sorunlarımızı, mizahımızı bu yeni araçlarla dünyaya açmak mümkün. Ama biz şu an yalnızca kendi kendimize gülüyor, kendi kabuğumuzda debeleniyoruz.
Yapay zekâyı sadece bir şaka aracı olarak görmek, elimizdeki müthiş teknolojiyi bir nevi ziyan etmek değil de nedir? Bu eleştirinin merkezinde teknoloji değil, onu nasıl kullandığımız var. Sorun, yapay zekâda değil. Sorun, bu teknolojiyi nasıl yorumladığımızda, ona ne kadar anlam ve sorumluluk yüklediğimizde. Bir aracı nasıl kullanırsan, sana onu verir. Oysa biz şu an baltayla oymacılık yapabilecek kapasitedeyken hâlâ onunla karpuz kırmaya çalışıyoruz.
Bu yazı bir suçlama değil, bir çağrı aslında:
Yapay zekâ senin hikâyeni de anlatabilir.
Senin mahalleni, senin acını, senin neşeni, senin isyanını…
Yeter ki sen anlatmak iste.
Unutmamak da gerekir ki küfür ettirerek güldürdüğümüz o yapay karakter, yarın bizim adımıza konuşan bir dijital arşive, kolektif hafızaya dönüşebilir.
Zehra Kalaycı Erdiren