Leviathan (2014), ilk bakışta Rusya taşrasında geçen klasik bir yolsuzluk hikâyesi gibi dursa da, aslında bireyin sistem karşısındaki mutlak çaresizliğini anlatan çağdaş bir trajedi. Ancak bu trajedinin gücü, sistemin büyüklüğünden çok, insanın küçüklüğünde yatıyor.
Zvyagintsev’in yönettiği film, Thomas Hobbes’un “Leviathan” metaforunu günümüz Rusyası'na taşıyor: Devlet, kocaman ve dokunulmaz bir yaratık. Bu yaratığın karşısında Kolya karakteri, sıradan bir adam olarak öylece duruyor. Evi elinden alınıyor, ailesi parçalanıyor, ama en çok da hayal kırıklığı birikiyor. Filmin söylemi açık: Devlet, sadece baskıcı bir yapı değil, aynı zamanda bireyin anlam inşasını da elinden alan bir güç.
Film, büyük sorular sormak istiyor: Devlet nedir? Adalet kim içindir? İnanç, baskı karşısında ne kadar ayakta kalabilir? Fakat bu sorular çoğu zaman karakterlerin iç dünyasından değil, dışsal olayların sıralanmasından çıkıyor. Kolya'nın yaşadıklarına üzülüyor, ama onu tanıyamıyoruz. Ne geçmişine dair ipuçları alıyoruz ne de geleceğe dair bir umut kırıntısı. Karakterler, birer sembole dönüşüyor — yargıçlar, papazlar, belediye başkanı… Hepsi birer temsil.
Görüntü yönetmenliği olağanüstü. Soğuk Rusya coğrafyası, çürümüşlüğü sadece görsel olarak değil, duygusal olarak da yansıtıyor. Dalgaların dövdüğü kıyılar, çürüyen balina iskeleti, boş kiliseler… Her detay, sistemin çürümüşlüğünü hatırlatıyor. Ancak bu kadar güçlü bir görsel dünya içinde, diyaloglar ve karakter etkileşimleri zaman zaman donuk ve hesaplı kalıyor.
Film, seyirciyi provoke etmektense, onun üzerinde bir ağırlık kuruyor. Bu bir avantaj mı yoksa sınırlayıcı bir tercih mi, tartışılır.
Leviathan, siyasetin ve inancın kesişimindeki çatışmaları çözümlemek isteyenler için güçlü bir deneyim sunuyor.