İnsan Ne ile Yaşar?
1800lerin başında bugünlerde adı savaştan başka bir şeyle anılmaz olan Rusya’nın Moskova’sında yaşam yolculuğuna başladı Lev Nikolayeviç Tolstoy ve herbirimizin çocukluğuna, gençliğine belki de olgun yaşlarına irili ufaklı izler bırakan kitaplarıyla, bazen tanıdık bazense sarp coğrafyalardan seslendi bizlere.
Tolstoy romanlarında, bugün çoğu yazarın hatta düşünürün aksine insanoğlunun ne kadar karakterli olduğunu vurguladı. Kimilerimiz Tolstoy’u iflah olmaz bir romantik olduğunu düşünebilir, kimilerimiz optimist bir çağ insanı ama bugünlerde plaza sohbetlerinde psikiyatrik desteğe ihtiyaç duyan biçare bir ihtiyar olarak şekletebiliriz, ancak yedi düvelde tanınmış o koca ismi olmasaydı.
Tolstoy’un edebiyat tarihine armağanı “Savaş ve Barış” ve “Anna Karenina” insan tahlilleri ve canlı tasvirler bakımından birer başeserdir. Tolstoy, Shakespeare’den sonra dünya dillerine en çok tercümesi yapılan yazardır. Sadece 1888-1908 yılları arasında, çeşitli dünya dillerine çevrilen eserlerinin sayısı yirmi milyonu bulmaktaydı.
Bugün ne mi oluyor… Bugün edebiyatın, sanatın, müziğin, resmin, bilimin; ırkı, cinsi, tarafı olmadığı, şu koskoca yerkürenin herbir renk, beden, nota, kelime ile can bulduğu unutuluyor. Tolstoy’un caddelere ismini veren heykelleri yıkılıyor. The Guardian’ın dünyaya elemle duyurduğu haberde, dünyada asıl yıkılması gereken onca eşitsizlik, adaletsizlik, çaresizlik varken; ömrü yetip de bugünü görebilse belki kalemiyle, var gücüyle çabalayacak sanatçıların sanat ile nakşettiği varlıkları ile bu işi çözeriz sangısı ile yıkılıyor, kim bilir belki de bunun gibi onca sangı yaşamda bizlere yürek sancısı olarak dönüyor.
Tolstoy’un ölümünden hemen önce kaleme aldığı kitaplardan biridir “İnsan ne ile yaşar”, bir çırpıda okunan, okurken de kalplerimizi yumuşatan. Gelin birkaç alıntı ile Tolstoy yıllar öncesinde neler fısıldamış kulak verelim ve biz de soralım kendimize ne ile, ne için yaşadığımızı…
Kitabın açılışı, St. John’un mektubundan alıntılar ile yapılmış: “Sevgi, Tanrı’ya aittir ve insanın sevdiği ve bildiği her şeyin sahibi Tanrı’dır. Sevmeyen insan, Tanrı’yı bilmiyordur çünkü Tanrı, sevgidir.” sanırım çok defa birilerinin kolunda gördüğünüz ya da bir bar duvarına kazılı bir sözdür bu da.
İlk öyküde, yoksul bir kunduracı olan Simon, karısı Matryona’ya söz verdiği, koyun postundan kabanı almak için yola çıktığında hayatının değişeceğinden habersizdir. Kilise kapısında rastladığı çıplak adamı önce hırsız sanar, sonra dayanamayıp üstündekileri ona giydirir. Eve döndüğünde ne koyun postundan kabanı ne de cebinde parası vardır. Yanında bir yabancıyı getirdiği gibi içtiği votka yüzünden sarhoştur üstelik. Sonradan bir melek olduğu anlaşılacak olan Michael, Tanrı’dan şu mesajı iletmektedir: “Üç hakikati öğren: İnsanın içinde ne vardır, insana ne verilmemiştir ve insan neyle yaşar?” İnsanın çaresizliği yaşama dair en temel sorularını bir melek cismiyle araması değil midir sizce de? Siz bu soruları biz fanilere sorabilecek kadar cesaret sahibi misiniz? Alacağınız yanıtların elinizdeki bardağı doldurmayacağını bile bile soracak kadar cesaretli misiniz?
“Ekmek pahalı, emek ucuzdu.”
Tolstoy’un bu sözlerini 1900’lerde konuşuyor olsaydık işçi sınıflarından, dünyada ekonomi anarşisi emek sömürüsünden kolaylıkla bahseder patronlara kızar, yumruklarımızı sıkardır. Ama yıl 2000’lere gelince artık egemen güç teknoloji adı altında insanlığın popular körlüğüne geldi. Biraz daha fazla beğeni için onlarca emek yok olabilir günümüzde, sanat hatta bilim sosyal popülerliğe kurban verilebilir.
“Çoğunluk aynı fikirde diye yanlış bir şey, yanlış olmaktan kurtulmaz.”
Hür kelimeler, hür melodiler hiçbir coğrafik entegrasyonda ya da ekonomik oluşumda günümüzde olduğu gibi hırpalanmadı belkide. Dünyanın her bir noktasında özgürlükle, yarar söz etmeyi, delilikle dahiliği, sanatla anlık hazzı birbirine karıştırır oldu günümüzün biz insanları. Değişken doğrular içinde yol alıp gerçeklerin arkasına bakınca çelişkileri bulur olduk sonunda. Ama unutmamalı Tolstoy’un da sözleri ile çoğunluk bir yöne bakıyor diye güneş oradan doğmayacaktır. Kalemin kerameti, ilmin tekilliği de bundandır.
“Mutluluğun ilk koşulu insan ve doğa arasındaki bağın kopmamasıdır.”
Dünyanın tanımadığınız bir coğrafyasında yaşamanız gerektiğinde, havanın soğukluğu daha dondurucu, mesafeler daha uzun ve ulaşılmaz gibi olur. Bunun adı özlem olsa gerek. Yalnız sevilenlere olan özlem değil, alışmışlığa olan bağlılık. Oysa ki dünyanın her yerinde dağlar birbirine benzer, ovalar göz alabildiğine uzanır, denizler aynı kokar, kuşlar bilindik melodileri cıvıldaşır… salt insanlar başkadır. Coğrafyalar insanları, insanlarsa o “anlar”ı yaşatır. Bizler ne vakit ki unuttuk ruhun nefesini ne zaman ki avuçlarımıza sığacak ekranlardan bayılarak baktığımız maviliklere yeşillere dokunmaz, dokununca da kıyar olduk, o vakit kapandı mutluluğa açılan tamahkar kapılar.
“Kaybettik çünkü bize kaybettiğimiz söylendi.”
Umut belki de bugünlerde en ihtiyaç duyduğumuz hissiyat. Hikayelerimiz, planlarımız da böyle değil mi tam bitti darken başlayan, artık olmaz dediğimizde topraktan can bulan.. Hayata şans vermeyi, sizleri bileklerinize bağlanmış taşlar gibi o suyun dibine sürükleyen, felç eden ne varsa uzaklaşmayı öğrenmek bugünlerdeki en kıymetli öğreti gibi. Siz vazgeçtiğinizde kaybedersiniz ancak bu hayatı, hayat mars etmeden once o zarları vura vura sallamaktan vazgeçmeyin.
“Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder de, kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez.”
İnsan, kendisini kimin yarattığını, bunu neden yaptığını merak etmektedir. Kaçınılmaz sonun farkında olması bu merakını dizginlememekte, belki de “anlam arayışı” ile kendini bu sona hazırlamaktadır.
Şeylerin özünün, gerçekliğin kendisinin araştırılması Aristoteles ile başlamış, “Tanrı” kavramı ilk olarak o zaman ortaya atılmıştır. Descartes, Tanrı’nın yaratma eyleminde mutlak bir biçimde özgür olduğunu beyan etmektedir. Tolstoy, “İnsan ne ile yaşar?” eserinde insanın kendisi ve çevresiyle kurduğu etkileşimi ortaya koymakta, temelinde “sevgi”nin yattığını iddia etmektedir. Tolstoy’a göre insan kendisini sevmekle Tanrı sevgisine ulaşacaktır. Tanrı’ya ulaşmanın yolu bu saf ve katıksız “sevgi”dir. Felsefenin yanılgısı düşünmekse yansıması da her yolun Roma’ya çıktığını düşünen aşıklar misali hayatın kapılarında insani duygulardan kaçamamaya bir vurgu saklıdır. Her suç, her kibir, her karanlık aslında bir yansımasıdır kişinin. Öyledir ki, hayat bizi resmen dört işlemle sınar; gerçeklerle çarpar, ayrılıklarla böler, insanlıktan çıkarır ve sonunda topla kendini der.
“Hayatta unutamayacağımız en büyük pişmanlık, pişman olurum diye yapmadıklarımızdır.”
Sahip olmak istediğimiz şey her ne ise, kendimizi görmek istediğimiz yer her ne ise, bazen daha iyisini gerçekleştirebilmek için o gemilerin yakılması gereklidir. Dünyanın kendi yaşadığımız ortamdan ibaret olmadığı, keşfedilecek milyonlarca dünya olduğu gerçeğini ancak bizi güvende olduğumuza inandıran gemileri yakarak gösterebiliriz kendimize.
Korktuğumuzu düşündüğümüz öyle çok şey var ki, ya kaybedersem, ya planladığım gibi olmazsa, insanlar ne derler, hayal kırıklığına uğrarsam… Oysa ki hayallerimizi kırmadan çoğaltamayız, adım atmadan, kanat çırpmadan bitiş çizgisine varamayız. Şems-i Tebrizi’nin bu güzel sözleri belki bizi cesaretlendirmek için söylenmiştir; “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”.
Korkularımızın bizi ele geçirmesine ne zaman izin verirsek, cesaretimizi felç ederiz. Umutsuzluğu kabullenir, çaresizliğe razı oluruz. Cesaret etmek riskleri göz ardı etmek değildir, risklere rağmen umut ettiğimiz hayallerimize yürüyebilme gücüdür. Hayallerimizi yaşamak yerine korkarak gerisinde durmak, hayallerimizi gün ortası rüyalarına, hatta gün sonu kabuslarına dönüştürür.
Sürekli arkasına bakarak koşan insanın kaderi düşmektir. O yüzden arkamıza dönüp aldığımız mesafeyi görmek ve kendimizle gurur duymak için işe çabalamaktan başlamak en iyisi olacaktır.
“Bil ki yaşadıklarınla değil, yaşattıklarınla anılırsın. Ve unutma; ne yaşattıysan, elbet bir gün onu yaşarsın.”
Bu hayat bir döngüdür. Yaşamak bir yoldur. Varmak istediğimiz yer bir sonu temsil eder aslında çemberin başı ve sonu gibi. Yolun tadını çıkarmak gerekir bu sebeple. Bu yolda düşünmeden kırdığımız her kalp, bile isteye acıttığımız her can, görmezden geldiğimiz her karanlık, dikmediğimiz her ağaç, başını sevmediğimiz her çocuk, bir kap suyu esirgediğimiz her hayvan, bir türlü hak ettiği değeri veremediğimiz kendimiz, hepsinden biz sorumluyuz aslında. Güzel olan ne varsa yaşamak, yaşatmak kadehlerinde buluşmalı insan ve gözyaşları günlük telaşla uyulu yüzümüzde kurumamalı.
Ve Tolstoy, “öğrendim ki insan kendi hayatından endişe ettiği için değil, içinde sevgi olduğu için yaşar.” Diyerek tamamlıyor sözlerini. Yarım kalan, yaşanan ve yaşanacak olan.
Vazgeçmedikçe, zor da olsa, çok da uğraştırsa güzel günler göreceğiz. Hala umudumuz var!
Teşekkürler,
Onur Korucu
Bu yazıyı paylaş: